LAİKLİK İLKESİ, DEVRİM KANUNLARI, İRTİCA, İRTİCA TANIMININ TSK MEVZUATINDA GEÇMEDİĞİ YALANI, DÖNEMİN ANAYASAL DÜZENE YÖNELEN İRTİCAİ OLAYLARI, TOPLUM TEPKİLERİ İLE BUNLARIN ANAYASA, MEVZUAT VE YARGI KARARLARINA GÖRE ANLAMI.
İddianame ve gerekçeli kararda Anayasa ve Cumhuriyetin temel ilkesi olan “Laiklik İlkesi”, ile “İrtica”, “irtica ile mücadele” ve “Laikliğe Aykırı Eylemler”, dönemin anayasal düzene aykırı irticai eylem ve olayları; anayasa, İnkılap (Devrim) Kanunları, mevzuat ve yargı kararları doğrultusunda açıklanmamış ve incelenmemiş, anayasanın laik hukuk devleti düzenine aykırı, anayasayı, devlet belgelerini, yargı kararlarını ve mevzuatı yok sayan sübjektif, hukuk dışı hüküm kurulmuştur. İddianame ve gerekçeli kararda laiklik ilkesine ve anayasaya aykırı ifadelerle iddialar ileri sürülmüş, bu suretle açık bir iç tehdit olan irtica, irticai faaliyetler ve yasa dışı tarikatların zımnen ve hukuk dolanarak meşrulaştırma gayretine girişilmiştir.
Anayasamızın Başlangıç Bölümünün beşinci fıkrasında; “Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;”
2.Maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.’ Demektedir.
Anayasanın yukarıda yer alan başlangıç bölümü ve 24. Maddesi gereğince; Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konudaki ilke ve söylemleri ile Anayasamız ve devrim kanunları, devlet yetkisini anayasadan alan ancak bu kural ve ilkelere hiç değinmeyen savcılığı ve mahkemeyi de tereddütsüz bağlar. Bu nedenle aşağıda açıklanan ilkeler ve kavramlar öncelikle bu bağlamda açıklanacaktır;
A.LAİKLİK İLKESİ ;
Türkiye Cumhuriyeti Anayasanın değişmez hükmü gereğince “Lâik” temeller üzerine oturmaktadır. Bu esası Atatürk şöyle açıklamaktadır: “Lâiklik: Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır terakkisinde başlıca muvaffakiyet âmili görür”6
Anayasanın 14.Maddesinde; Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla kullanılamayacağı, devamında; Anayasanın hiçbir hükmü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz.’ demektedir.
Anayasanın 24.Maddesi; Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğunu, yukarıda ifade edilen 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini âyin ve törenler serbesttir. Demektedir.
Anayasa Mahkemesinin Refah Partisini Kapatma davası gerekçeli kararında ise Laiklik; ‘Lâiklik’, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir. Dar anlamda, devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlansa, değişik yorumları yapılsa da, lâikliğin gerçekte, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması olduğu görüşü, öğretide de paylaşılmaktadır. Lâiklik, ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bireye kişilik ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır; yönetim aracı olmaktan çıkarılır; gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. “KAMUSAL DÜZENLEMELERİN DİNİ KURALLARA GÖRE YAPILMASI DÜŞÜNÜLEMEZ. DÜZENLEMELERİN KAYNAĞI DİNİ KURALLAR OLAMAZ.” Şeklinde açıklanmıştır.
Laiklik ilkesinin TSK da uygulaması ve Askeri disiplinin sağlanmasına ilişkin olarak; 1632 Sayılı Askeri Ceza Kanunu Madde 45 de ise ; “Bir şahsın hareketini vicdanına veya dinine göre lazım saymış olması, yapmak veya yapmamakla vukua gelen bir cezayı mucip olmasına mani teşkil etmez.” Demektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) YAŞ kararları ile TSK dan atılan personelin yaptığı başvurularda, Silahlı Kuvvetler mensupları ve askeri kurum personelinin düşünce, din ve vicdan özgürlüğü çerçevesindeki faaliyetleri konusunda sınırlama getirilebileceğini içtihat etmektedir. AİHM’ne göre, bunlar askeri yaşamın hiyerarşi yapısı ve üstlerinin emretme yetkisi sebebiyle düzenin korunması ve hizmetin yürütülmesi amacına yöneliktir. Başta Kalaç/Türkiye davası olmak üzere, AİHM bugüne kadar bir dizi başvuruyu reddederken çıkarma işleminin başvurucunun dini inanç veya görüşlerine, eşin başörtüsüne yahut dini vecibelerini yerine getirmesinden değil, ASKERİ DİSİPLİN VE LAİKLİK İLKESİNİ İHLAL EDEN TUTUM VE DAVRANIŞLARINDAN DOLAYI TESİS EDİLDİĞİNİ BELİRTMEKTEDİR. Bu kararlarda özetle, askerlik gibi belli ve sıkı kuralların hâkim olduğu kurumlara gönüllü olarak giren veya tercih eden kişilerin, öngörülen sınırlamaları peşinen kabul etmesi sebebiyle, din ve vicdan özgürlüğüne getirilen kısıtlamalara katlanmakla yükümlü olduğu temel görüşü hâkimdir.
Mahkemenin gerekçeli kararı ve iddiaları, yukarıda açıklanan temel ilkeler ve kararlara, aşağıda açıklanan devrim kanunlarına aykırıdır. Bu husus diğer başlıklarda detaylarıyla açıklanmıştır. Kararında, laik devlet ilkesini değil, din temelli sübjektif kişisel kurallarının hâkimiyetini esas almış, kişi hak ve hürriyeti kılıfı altında, idarenin kurallarını din ekseninde izah edip yapılandırmaya çalışarak hüküm kurmuştur. Hatta bu bağlamda F.GÜLEN tarikatı ve diğer tarikatlara TSK personelinin mensubiyetini, laiklik ilkesini korumayı amaçlayan ve anayasanın koruması altında olan devrim kanunlarına da aykırılıkla, laik devlet ilkesini, anayasayı, askeri diplin mevzuatını, devlet belgelerini ve yargı kararlarını da yok sayarak, belgesiz ve dayanaksız sübjektif değerlendirmelerle ve hukuki niteliği bulunmayan belgeleri de, laiklik ilkesine aykırılıkla yorumlayarak hüküm kurmuştur. Ancak, bu hukuk dışı değerlendirmesinde, laiklik ilkesini ve bağlı mevzuatı açıklamamış, Anayasal bir zorunluluk ve bağlılık olan Atatürk İlke ve devrimlerinden, söylem ve demeçlerinden gerekçesinde hiç söz etmemiş, değerlendirmemiştir.
B. İNKILAP (DEVRİM) KANUNLARI :
Mahkemenin, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ve varoluş amacını ifade eden, uymak zorunda olduğu ancak gerekçeli kararında hiçbir biçimde zikredemediği, hilafına hüküm kurduğu İnkılap (Devrim) kanunlarını aşağıda hatırlatmakta yarar görmekteyiz;
Anayasa “ İnkılâp kanunlarının korunması” başlıklı
MADDE 174- Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz:
- 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanununun,
- 25 Teşrinisani 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanunun,
- 30 Teşrinisani 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanunun,
- 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme aktinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikâh esası ile aynı Kanunun 110 uncu maddesi hükmünün,
- 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanunun,
- 1 Teşrinisani 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanunun,
- 26 Teşrinisani 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanunun,
- 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanunun,
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun MADDE 42 de ; yukarıda sayılan devrim kanunlarının 7 Kasım 1982 gününde yürürlükte bulunan HÜKÜMLERİNİN ANAYASAYA AYKIRI OLDUĞU İDDİA EDİLEMEZ.
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu “ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARININ VE LAİK DEVLET NİTELİĞİNİN KORUNMASI ana başlığı ve ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARININ KORUNMASI” alt başlığında yer alan; MADDE 84 de; Siyasî partiler, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini korumak amacını güden yukarıda sayılan İkılap (devrim) kanunları hükümlerine aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar. Hükmüne amirdir.
30 Teşrinisâni 1341 Tarihli ve 677 Sayılı Tekke Ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar İle Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun,
Madde 1:
- Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhının tahtı tasarrufunda gerek suveri aharla tesis edilmiş bulunan bilümum tekkeler ve zaviyeler sahiplerinin diğer şekilde hakkı temellük ve tasarrufları baki kalmak üzere kamilen seddedilmiştir. Bunlardan usulü mevzuası dairesinde filhal cami veya mescit olarak istimal edilenler ipka edilir.
- Alelümum tarikatlerle şehlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadiyle nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur. Türkiye Cumhuriyeti dahilinde salatine ait veya bir tarika veyahut cerri menfaate müstenit olanlarla bilümum sair türbeler mesdut ve türbedarlıklar mülgadır. Seddedilmiş olan tekke veya zaviyeleri veya türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden ihdas edenler veya ayını tarikat icrasına mahsus olarak velev muvakkaten olsa bile yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar veya bunlara mahsus hidematı ifa veya kıyafet iktisa eyleyen kimseler üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere cezayı nakdiile cezalandırılır.
- (Ek: 10/6/1949 – 5438/1 md.) Şeyhlik, Babalık ve Halifelik gibi mensupları arasında baş mevkiinde bulunanlar altı aydan az olmamak üzere hapis ve 500 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasından başka bir yıldan aşağı olmamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar[1]
- (Ek: 1/3/1950 – 5566/1 md.; Değişik: 7/2/1990 – 3612/5 md.) Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanlar Kültür Bakanlığınca umuma açılabilir. Bunlara bakım için gerekli memur ve hizmetliler tayin edilir.
Madde 2:
- İşbu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 3:
- İşbu kanunun icrasına İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
ANAYASANIN 174. MADDESİ İLE KORUNAN, ANAYASAYA AYKIRILIĞI İDDİA EDİLEMEYEN, YARGININ AKSİNE HÜKÜM VEREMEYECEĞİ, YUKARIDA YER ALAN VE TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN LÂİKLİK NİTELİĞİNİ KORUMA AMACINI GÜDEN 677 SAYILI KANUN GEREĞİNCE TEKKE-ZAVİYE VE TÜRBELER KAPATILMIŞ, ŞEYHLİK, MEŞAYİHLİK, TARİKAT VE TARİKATA MENSUBİYET VE BU ANLAMA GELECEK HER TÜRLÜ OLUŞUM YASAKLANMIŞTIR. YARGI BU OLUŞUMLARI YASAL VE MEŞRU KILAMAZ. ANAYASANIN BAŞLANGIÇ METNİ VE 2.MADDESİ KARŞISINDA KORUMA ALTINA ALAMAZ. AKSİ DURUM CUMHURİYETE AÇIK BİR BAŞKALDIRIDIR.
Ancak mahkeme gerekçeli kararında, laiklik amacını güden bu inkılap (devrim) kanununa muhalefle, tarikatları ve tarikata mensubiyeti, üstelik TSK personeli için de sosyal yaşamın bir parçası olarak meşru kılma gayretine girişmiştir. Bununla da kalmayıp sanıklara suç isnat etmiştir. Mahkemenin bu eylemi, laiklik ilkesine ve bu bağlamda anayasaya aykırı olduğu kadar, hukuk dışı ve suçtur. Gerekçeli kararda yer alan, mahkemenin laik devlet ilkesine aykırı iddia ve değerlendirmeleri detaylarıyla diğer başlıkta incelendiğinden, burada kısaca esasına değinilmiştir.
C. İRTİCA VE İRTİCAİ FAALİYET KAVRAMI VE ANAYASAL BOYUTU :
İrtica Arapça kökenli bir kelime olup, TDK dahil tüm sözlüklerde; geriye dönmek, geri dönücülük, eskiyi isteme anlamına gelmektedir. Buna bağlı olarak “irtica hareketi” de, “yeni kurulan bir düzeni beğenmeyerek, eski düzene dönmek için girişilen eylem” diye tanımlanmaktadır. Kelime olarak; irtica din demek olmadığı gibi, din de irtica demek değildir. İrtica denildiğinde, siyasi bakımdan irtica kavramı anlaşılmalıdır. Bu açıdan, İrticai faaliyetleri; kurulu düzeni yıkıp, onun yerine daha geri bir düzeni kurmayı hedefleyen faaliyetler olarak da tarif edebiliriz.
Giriş kısmında açıkladığımız gibi, anayasanın başlangıç bölümü ve 2. Maddesi gereğince; Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konudaki ilke ve söylemleri ile Anayasamız ve İnkılap (Devrim) kanunları, devlet yetkisini anayasadan alan ancak bu kural ve ilkelere hiç değinmeyen savcılığı ve mahkemeyi de tereddütsüz bağlar. Bu nedenle aşağıda açıklanan tanım ve kavramlar öncelikle, mahkemeyi de bağlayan Atatürk’ün bu konudaki söylemleriyle açıklanmıştır;
Atatürk’ün “irtica” konusundaki söylemleri7 ;
Atatürk irticayı şöyle tanımlıyor: “Her ilerici ve müspet gelişmeye karsı çıkan kuvvete irtica denir.” Bunu somut bir örnekle de tanımlamaktadır: “Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul’un fethini tasavvur buyurunuz. Bütün bir cihana karşı İstanbul’u ebediyen Türk camiasına mal etmiş olan kuvvet ve kudret, takriben aynı senelerde icat edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için erbab-ı hukukun meş ‘um kuvvetini iktihama (yıkmak) muktedir olamamıştır.”
Atatürk’e göre siyasî egemenliğin, ekonomik çıkarların dine bağlanması ve dinin bu amaç için kullanılması “irtica” ve bunu yapan kimseler müstebittir. Bu görüşünü yine aynı konuşmasında şöyle belirtiyor: “Vaktâ-ti Muaviye ile Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, Sıffin vakasında Muaviye’nin askerleri Kur’ an-ı Kerim’i mızraklarına diktiler ve Hazreti Ali’nin ordusunda da bu suretle tereddüt ve zaaf husule getirdiler, işte o zaman dine mefsedet, İslâmlar arasına münaferet girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. En mütehakkim hükümdarlardan olan Muaviye’nin nasıl bir hile neticesinde sıfat-ı hilâfeti de taktığını biliyorsunuz- Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini âlet edindiler; İhtiras ve istibdatlarını terviç için hep sınıf-ı ulemaya müracaat ettiler” …”Üç buçuk dört sene evveline kadar, berhayat olan Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı hud’alardan istifade etmişlerdi… son Osmanlı hükümdarı Vahdettin’in harekâtı gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler asî ilân edildi. Onun emriyle, millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun bağiler sürüsü olduğuna dair fetvalar veren ulema kıyafetli kimseler çıktı. Onlar bu fetvaları Yunan tayyareleriyle ordumuzun içine atıyorlardı.” Atatürk, gerçek dine bağlı hocaların böyle müstebit hainlere asla alet olmadıklarını da sözlerine eklemiştir. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s. 238, 5 Kasım 1925 Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılış konuşması)
Şapka giydiği Kastamonu gezisinde (Ağustos 1925) Atatürk uygar dünyanın kıyafetini getirip, feste putlaşan fanatizmi kırarken, yaptığı konuşmalarda, uygarlık yolunu gösteriyordu. “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir.” ( S.D.II, S. 215) demiştir.
20 Mart 1923’de Konya’da gençlerle yaptığı konuşma “irtica”ya karşı kararlılığının en güzel örneğidir:
“Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla ilgili, o adım benim milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım benim milletimin kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adımı atanı tepelemektir… Sizlere bunun da fevkinde bir söz söyleyeyim. Farz-ı muhal eğer bunu sağlayacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.”
İrtica günümüzde, 31 Mart ve Menemen olaylarındaki irtica değildir. Ama daha tecrübeli, iç ve dış maddi kaynakları olan, yaygınlaşmaya çalışan ve gelecekte devleti ele geçirmek, Atatürkçü sistemi yıkmak düşüncesini taşımaktadır. Türk gençliğine, Türk İstiklâl ve Türk Cumhuriyetini sonsuza kadar savunma ve yaşatma görevini veren Atatürk’ün, bu kutsal emanetini ebediyen koruyacağına ve yaşatacağına ant içmiş olan Türk gençliği, dün olduğu gibi bugün de aynı azim ve inançtadır.
Siyasal İslam veya İslam’ın Siyasallaştırılması ;
“irtica” olarakta tanımlanan siyasal İslam, devletin siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal yapısını, kişi ve kurumların kendi anlayışlarına göre, İslam dinine dayandırmasıdır. Burada önemli olan husus, kişi ve kurumların, İslam Dinini kendi amaçları istikametinde yorumlayarak, isledikleri siyasi güce erişmesidir. Bu ise dine yapılacak en büyük kötülüktür. Dolayısıyla Siyasi İslam ideolojisi, laikliğin karşıtıdır. Siyasal İslamcılar; İslam dinini siyasi, hukuki ve ekonomik değişmez bir düzen olarak kabul etmektedirler,
Kullandığı stratejiler ne olursa olsun; Siyasi İslamcıların hedefi; laik düzeni ortadan kaldırarak, Cumhuriyet devletini şeriat devletine dönüştürmektir. Bu hareket ise bir irticai faaliyettir (Başbakanlık belgeleri). 28 Şubat 1997 döneminde TSK ve toplumun büyük kesimi ile mücadele edilen irtica, devlet belgeleriyle zaten ortaya konulmuştur. İDDİA MAKAMI VE MAHKEME ANAYASA VE BAŞBAKANLIK BELGELERİYLE DE ORTAYA KONULMUŞ OLAN, BU TEHLİKE İLE MÜCADELE EDİLMESİNİ TARİHE GEÇECEK BİR KASITLA SUÇ SAYMIŞTIR.
Ayrıca başkaca birçok devlet belgesinde tanımlanmış irticanın tehlike ( iç tehdit) kabul edildiği her türlü açıklamanın dışındadır. İrticanın bir tehdit ve TSK ve diğer devlet kuruluşları tarafından mücadele edilmesinin zorunlu olduğu bir gerçek olmanın dışında nasıl mücadele edileceğine dair mevzuatta bir hüküm de bulunmamaktadır.
Bu açıdan irtica ile mücadele etmek suç olmadığı gibi, TSK ve ilgili diğer kurumların kanun gereği görevidir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, Türkiye’nin Milli Askeri Stratejisi Belgesi, İç Tehdit Dokümanı (1995 tarihli) ve diğer maddelerde sayılan mevzuatın amir hükümleri gereği, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tehditle mücadele etmekle görevlendirilmiştir. Buna rağmen bu dava irtica ile mücadele edenlerle mücadele davası haline gelmiştir.
D. İRTİCA VE İLİŞKİLİ KAVRAMLARIN TSK MEVZUATINDA TANIMLANMADIĞI YALANI :
Gerekçeli karar syf.2983’de; Konsept belgesi ve TSK’nın hiçbir dokümanında “irticai görüşe sahip olma” veya “irticai eğilimli personel” ifadelerinin tanımlanmadığı, bu tespitlerin nasıl yapılacağına ilişkin kriterler getirilmediği, söz konusu ifadelerin sanıklar ve Batı Çalışma Grubunca hedeflenen askeri müdahaleye karşı çıkacak TSK personelinin TSK’dan ihraç edilmesi ve emekliye sevk edilmesi için oluşturulmuş, yasal olmayan ancak kanunsuz emirlerle yasal görünüme büründürülmeye çalışılmış bir ön kabul olduğu hususunun değerlendirildiği, yine ihraçların brifing ve diğer belgelerde somut ve hukuki bir veri olmamasına rağmen siyasal islamı gerçekleştirmek için kadrolaşan kişilerin temizlenmesi amacı ve bu amaç için orada görev aldıkları kabulü ile amaç suç doğrultusunda yoğun olarak yapıldığı anlaşılmıştır.” Demektedir.
Bu ifadede geçen “KONSEPT BELGESİ” ile mahkeme, sahte CD 5 içinde yer alan sözde 6 Mayıs 1997 tarihli “Batı Harekâtı Konsepti Belgesi”ni kastetmektedir. Devletin esas Konsept belgesi, mahkemenin dosyadan kaçırdığı Millli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB-Kırmızı Kitap)” esasları doğrultusunda Genel Kurmay Başkanlığınca hazırlanan, 1612 sayılı kanun gereğince Yüksek Askeri Şurada görüşülen, Başbakan tarafından onaylanan, “TÜRKİYE’NİN MİLLİ ASKERİ STRATEJİK KONSEPTİ (TÜMAS)” DIR. Mahkeme, 6 Mayıs 1997 tarihli sözde “Batı Harekatı Konsepti” ni de zikrederek bu ifadesiyle, TSK dan ihraç işlemlerinin de sanki BÇG tarafından yapıldığı izlenimi yaratmaya çalışmış, ancak taleplere rağmen dosyadan kaçırdığı TÜMAS dokümanından haberi olmadığını da ikrar etmiştir.
TSK’nın ve devlet belgelerinde açıkça tanımlanan “İrtica”, “irticai görüşe sahip olma” veya “irticai eğilimli personel” ve “tespit kriterleri” TSK mevzuatında geçmediğini iddia edebilmek, bilgisizlikle izah edilemeyecek bir kasıttır. Bu kastın, yukarıda açıklanan anayasanın başlangıç hükümlerini, cumhuriyetin ve anayasanın temel ilkelerini, devrim kanunlarını, Atatürk ilke ve inkılaplarını yok saymak, baş kaldırmak, irticayı meşru kılmak anlamını taşıdığı da açıktır. Bu husus sanık savunmalarında detaylarıyla açıklanmış olmakla birlikte, sanık savunmalarını karartan mahkemenin, savunmalara ihtiyacı olmadan, Türk hukukunu resen uygulamakla yükümlü olduğundan, aynı zamanda TSK’nın değişmez ve mutlak dokümanı olan ve mahkemeyi de bağlayan Anayasanın sadece başlangıç metni, değişmez hükümleri ve devrim kanunlarına bakması yeterlidir.
TSK dokümanları; baş emri Gnkur Başkanı ya da Kuvvet Komutanları imzalı belgelerin çok ötesinde Atatürk İlke ve inkılapları ile söylemlerinden başlamak üzere, Anayasa hükümlerini, özel ve genel kanun ve hükümlerini, normlar hiyerarşisinde yer alan tüm mevzuatı, uluslar arası anlaşmalarla uygulama yükümlülüğü olan metinleri (NATO dokümanları dahil) ile bakanlar kurulu kararlarını, askeri tarih belgelerini, genelge, tüzük, emir, direktif, brifing metni vs. sayılabilen her türlü ilgili belgeyi ifade eder.
Mahkemenin “Konsept belgesi dahil…” diyerek, kasıtla ve küçümseyerek başladığı TSK dokümanlarında bulamadığı kavramlar, dayanağı ile birlikte aşağıda basitçe açıklanmaktadır;
Anayasa metnine dahil olan, Anayasanızın Başlangıç Bölümünün beşinci fıkrası: “Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceğini ifade ederken, 2. Maddesi; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.’ Demektedir. Anayasamızdan anlaşılacağı gibi, Cumhuriyetimiz değişmez hükmüyle Atatürk ilke ve inkılaplarını esas ve rehber aldığından, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konudaki ilke ve söylemleri ile Anayasamız ve devrim kanunları, devlet yetkisini anayasadan alan ancak bu kural ve ilkelere hiç değinmeyen savcılığı ve mahkemeyi de, TSK yı da tereddütsüz bağlar. TSK’nın esas dokümanı Atatürk ilke ve inkılapları ile söylemleridir. Bu husus 211 Sayılı İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliği ile sayısız TSK dokümanında zikredilip emredilmektedir.
Atatürk’ün sayısız mevzuata da yansıyan “irtica”tanımı, anayasamız gereği TSK yı da mahkemeyi de öncelikle bağlar. TSK’nın mutlak dokümanı olan Atatürk’ün bu konudaki söylemleri “İrtica ve İrticai Faaliyetlerin Anayasal Boyutu” başlığı altında açıklandığından burada kısaca iki söylemi ile hatırlatılmıştır; Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “İrtica”, “ irticacı /müstebit (eskimiş-zorba-baskıcı)” kısa tanımı aşağıdadır;
“Her ilerici ve müspet gelişmeye karsı çıkan kuvvete irtica denir.”
“Siyasi egemenliğin, ekonomik çıkarların dine bağlanması ve dinin bu amaç için kullanılması “irtica” ve bunu yapan kimseler müstebittir.”
Atatürk’ün bu örnek söylemi, anayasanın başlangıç metninde açıklandığı gibi, Atatürk İlke ve İnkılapları karşısında koruma görmesi mümkün olmayan mahkemenin gerekçeli kararındaki kasıtlı siyasi mülazasına açık ve mutlak bir cevaptır. Müstebiti / İrticai düşünce ve eğilimi tespit etmek için her türlü kriter, Atatürk’ün söylem ve demeçlerinde, en önemlisi Türk Milletinin ve TSK’nın esas dokümanlarından olan “NUTUK”ta tarihi örnekleri ile bulunmaktadır. Açıkladığımız bu husus, salt bir cevap değil, mahkemenin uymak zorunda olduğu anayasal bir hakikati ifadeden ibarettir.
Yukarıda açıklanan anayasal yaklaşımın dışında mahkemenin olmadığını ifade ettiği hususlar aşağıdaki TSK dokümanlarında açıkça yer almaktadır.;
1) Mahkemenin tüm taleplere rağmen, ısrarla ve kasıtla MGK Genel Sekreterliğinden istemeyerek dosyadan kaçırdığı, Bakanlar kurulu kararı olan ve “İrtica” dahil iç ve dış tehditleri ismen ve nitelikleri ile açıklayan MİLLİ GÜVENLİK SİYASET BELGESİNDE (MGSB-kırmızı kitap),
2) Mahkemenin dosyadan kaçırdığı Genel Kurmay Başkanlığınca hazırlanan, 1612 sayılı kanun gereğince Yüksek Askeri Şurada görüşülen, Başbakan tarafından onaylanan, TÜRKİYE’NİN MİLLİ ASKERİ STRATEJİK KONSEPTİ’NDE (TÜMAS)
3) Dava dosyasında 29.Klasörde bulunduğu ifade edilmesine rağmen, 29.klasör de bulunmayan, mahkemenin bağlamını kopartarak alıntılar yaptığı ve dosyadan kaçırdığı TSK İÇ TEHDİT DOKÜMANI’NDA (1992-2004) (Gnkur.Bşk.lığı gerçek belgesinde) irtica kavram ve kriterleri yer almaktadır. Bu doküman;
İddianamede ve gerekçeli karar s.3187,3227 de özetlenmiş olarak yer almaktadır. Dokümanda örnek olarak Birinci bölümde: Yıkıcı-Bölücü unsurlar ile bunların ortak özellikleri, imkan ve kabiliyetleri, Çevre ülkelerinin Türkiye’ye yönelik yıkıcı ve bölücü faaliyetleri, Yıkıcı-Bölücü unsurların yabancı örgütlerle ilişkileri, Üçüncü Bölümde: İrticai unsurlar ve faaliyetleri, 9.Dokuzuncu Bölümde : Bölücü Örgütler, İrticai Örgütler ve Tarikatlar (sayılmıştır), TSK’nın tehdit karşısında sorumluluğunu belirleyen yasalar belirtilmiştir. Mahkemenin yok dediği her türlü açıklama, Gnkur Bşk.lığında mevcut gerçek dokümanda bulunmaktadır. Gerekçeli kararda 29.Ek klasörde bulunduğu belirtilen doküman CD 5 de yer alan belgedir. Muhtemel tahrif edildiği ve tahrifat bariz olduğundan 29. klasöre konulmamış, karartılmıştır. (464 sayfadan oluşan, CD5/BCG/HAYMANA/DOKUMAN/İCTEHDÖ word belgesinden elde edilen)
4) 13 NİSAN 1990 TARİH VE 20491 SAYILI RESMİ GAZETEDE YAYINLANAN GÜVENLİK SORUŞTURMASI VE ARŞİV ARAŞTIRMASI YÖNETMELİĞİ “Yıkıcı faaliyetler” (İRTİCA) tanımını yaparak, hem TSK ya hem de, tüm kamu kurumlarına “Yıkıcı faaliyetler” (İRTİCA) ile mücadelede görev verip araştırılacak hususları ve kriterlerini belirlemiştir. Ayrıca yönetmelikte, Arşiv araştırması ile Güvenlik soruşturmasının; Türk Silahlı Kuvvetlerinin kadro ve kuruluşlarında yer alacak personel bölümünde, bu personelin güvenlik soruşturmalarının 33-5 sayılı Silahlı Kuvvetler İ.K.K. Güvenlik ve İşbirliği Yönergesi esaslarına göre yapılacağını belirtmektedir.
5) Eski Adli Müşaviri FETÖ ZANLISI Muharrem KÖSE’nin her türlü engellenmesine rağmen, talepten 3 yıl sonra dava dosyasına dahil edilebilen, ancak dava sürecinde tartışılmamış, gerekçeli kararda değerlendirmesi yapılmayarak karartılmış olan ve irticai eğilimli personel tespitlerinin nasıl yapılacağına ilişkin kriterler getiren TSK İSTİHBARATA KARŞI KOYMA, KORUYUCU GÜVENLİK VE İŞBİRLİĞİ YÖNERGESİ’DE (MY 114-1 A/B/C) (MY-33-5) Sakıncalı ve Şüpheli Personel kategorisine alma işlemleri ve esasları yani kriterleri, takip ve kontrol esasları, kayıtlar, raporlar ve içerikleri, detaylarıyla açıklanmakta ve emredilmektedir.
Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliği (13 Nisan 1990 tarihli ve 20491 sayılı resmi gazetede yayınlanan) TSK’da Güvenlik soruşturmasının bu yönerge esaslarına göre yapılacağını hükme bağlamıştır. Yönergede genel esaslar, ilkeler ve yetkiler belirlenmiş, sakıncalı/şüpheli personel tarifi, kategorisi, işlemleri, raporlar ve kontrol formları açıklanmış, bölücü, irticai ve yıkıcı unsurlar tarif edilmiş, TSK ya sızmaları, sızma yöntemleri, muhtemel faaliyetleri ve bunlara karşı alınacak önlemler açıklanmış ve sıralanmıştır. 25 adet kriter bulunan sakıncalı / şüpheli (irticai) personel kanaat formunda örnek olarak; Tarikat, örgüt, dernek, siyasi parti, ideolojik akımlar vs. bağlantısına işaret edebilecek siyasi parti, dernek, cemaat, tarikat benzeri oluşumların yöneticileri ile ilişkilerinin olup olmadığı, yıkıcı bölücü irticai amaçlı toplantılara katılıp katılmadığı, bu yönde propaganda faaliyetinin olup olmadığı, birlik içi ve dışı görev ve sosyal yaşantısındaki davranış biçimleri gibi eşinin ve kendisinin yıkıcı bölücü irticai örgütsel bağlantısına işaret edecek EMARELERİN varlığı ya da yokluğu kriter olarak belirlenmiştir. Doküman dava dosyasında bulunmaktadır.
6) ASKERİ YÜKSEK İDARE MAHKEMESİ KARARLARINDA DA; “irticai görüşü sahip olma” “irticai görüşü benimseme” tanımının ve kriterinin TSK tarafından hukuka uygun olarak uygulandığı tespit edilmiştir. Kararlardan örnekler “YAŞ İHRAÇ KARARLARI” başlığında açıklanmıştır.
7) TSK İÇ HİZMET YÖNETMELİĞİNİN Madde 664/4. (c) ; de (Değişik:RG – 14/02/1999 – 23611) “Emekli üyeler ile bunların aile fertlerinden birisinin, İRTİCAİ, bölücü, yıkıcı faaliyetler içerisinde yer aldığının ya da Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhinde beyanda veya faaliyette bulunduğunun tespit edilmesi halinde, bu kimselerin, orduevleri, askerî gazinolar ve diğer askerî sosyal tesislere girişleri, Genelkurmay Başkanlığınca geçici veya sürekli olarak ” Diyerek Bakanlar Kurulu Kararı olan yönetmelik “İRTİCAİ FAALİYETLER’İ yasaklamıştır.
8) İrtica kavramına SUBAY SİCİL YÖNETMELİĞİNİN disiplinsizlik ve ahlaki durumları nedeniyle ayırma usullerini belirleyen ve Astsubay Sicil Yönetmeliğinin 60. Maddelerinde de yer verilmiştir. Madde de; Tutum ve davranışları ile yasa dışı siyasi, yıkıcı, bölücü, İRTİCAİ ve ideolojik görüşleri benimsediği, bu gibi faaliyetlerde bulunduğu veya karıştığı anlaşılanların hizmet sürelerine bakılmaksızın TSK dan ayırma işleminin yapılacağı hükme bağlanmıştır.
9) Bülent Ecevit’in 15 Ocak 1999 tarihli Bakanlar Kurulu kararını dayanarak yayınladığı, Devlet Kurumlarına ve Genel Kurmay Başkanlığına da “GEREĞİ” olarak dağıtımı yapılan02.1999 tarihli Başbakanlık Genelgesi “Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliklerine karşı yürütülen rejim aleyhtarı irticai, yıkıcı ve bölücü faaliyetlerin Devletimiz Açısında açık bir tehlike olduğu bilinmektedir” şeklindeki başlayarak, İRTİCA tehdidini ve alınacak önlemleri açıklamaktadır.
10) Refah Partisinin kapatma davasına ait ANAYASA MAHKEMESİNİN GEREKÇELİ KARARININ 191’NCİ SAYFASINDA “Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı şekilde «İRTİCA» tehlikesiyle karşı karşıyadır.“ tespitine bağlı olarak, gerekçesinde “İRTİCA “ kavramını, boyutlarını, özelliklerini, kişiye özel saptamalarla kriterlerini de ortaya koymuştur. Anayasa mahkemesinin bu kararına ait gerekçe anayasamız gereği tüm kişi ve kuruluşlar ile yargı makamlarını da bağlar.
11) Yukarıda sayılanların dışında 28 Şubat döneminde yayınlanan, Başbakan Necmettin Erbakan imzalı 14 Mart 1997 tarihli başbakanlık Direktifi, İçişleri Bakanı Meral Akşener imzalı 28 Mart 1997 tarihli İç İşleri Bakanlığının genelgesi ve Adalet Bakanı Şevket Kazan imzalı 14.04.1997 Adalet Bakanlığı genelgesi devletin tüm ilgili birimlerine, valiliklere ve Bakanlıklara verdiği emirlerle irtica tehdidi varlığını açıkça ortaya kayarak, İRTİCA ve ilgili kavramını açıklamakta, mücadelede kriterleri belirlemektedir.
Bütün bu dokümanların dışında, başkaca yüzlerce dokümanda, gerekçeli kararda olmadığı iddia edilen kavram ve kriterler yer almaktadır. Anayasada, TSK dokümanları ve TSK ile ilgili Devlet Belgelerinde, Kanun ve Yönetmeliklerde, Bakanlar Kurulu Kararlarında, Yüksek Mahkeme kararlarında ve esas itibarıyla Atatürk’ün söylem ve demeçleri ile sayılamayacak her türlü resmi belgede açık ve tanımlı olan “”İRTİCA” ve ilişkili kavramların, sahte CD 5 içinde yer alan sözde 6 Mayıs 1997 tarihli konsept belgesine atıf yaparak TSK dokümanlarında bulunmadığını gerekçeli kararda iddia ederek suç isnat etmek, Anayasayı, Devrim Kanunlarını, Atatürk ilke ve İnkılaplarını, Anayasa Mahkemesi kararlarını yok sayan ve esasen Türkiye Cumhuriyetinin varlığını yok sayan mahkemenin, hiç de yadırganmayacak siyasi maksada matuf bir değerlendirmesidir. TBMM’nin, Devlet organlarının, siyasi iradenin, Türk Silahlı kuvvetlerinin, Yüksek Yargının ezcümle Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bilmediği kavramlarla hüküm kurduğunu ileri sürebilmek sadece kendinden menkul, irticayı meşru kılmaya yönelik, direktifle verildiği anlaşılan, tarihe geçecek basit, değersiz bir önermedir. Ancak, henüz mevcut demokratik ve laik anayasadan yetkisini alan mahkemenin, bu tespitinin hukuk dışı olduğu, adaleti ve Türk Milletini temsil etmediği de açıktır.
E. 28 ŞUBAT SÜRECİNDE MÜCADELE EDİLEN HÜKÜMET DEĞİL İRTİCA OLDUĞU VE O DÖNEMDEKİ İRTİCAİ TEHDİDİN BOYUTLARI (RP KAPATILMASI DAVASI, AİHM KARARLARI),
İddia makamının ve bu iddiayı kabul eden ve onaylayan mahkemenin açık bir şekilde söyleyemediği irtica ile mücadele etmek silahlı kuvvetlerin görevi değildir, İRTİCA İLE MÜCADELE ETMEK HÜKÜMETLE MÜCADELE ETMEKTİR GÖRÜŞÜDÜR. Çünkü başlangıçta iddia makamı, kararla birlikte de mahkeme içinde irtica, siyasi İslam sözlerini gördüğü her belgeyi hükümeti devirme belgesi olarak göstermeye çalışmıştır.
Gerçekte bu görünüm, Refah-Yol Hükümetinin bir kanadını oluşturan Refah Partisinin, irticai faaliyetlerin odağı olma yolunda icra ettiği faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır. Refah partisinin, yargı makamlarını da bağlayan AYM ve AİHM tarafından teyit ve tespit edilmiş bu faaliyetleri, bir iç tehdit olan irtica ile mücadele eden TSK’nın, belli çevreler, irticai odaklar ve siyasi rant mekanizmalarınca Refah Partisi ve nezdinde hükümetle mücadele ettiği algısını yaratma çabasına sevk etmiştir. Bu çabaya iddianamesi ile FETÖ zanlısı Bilgili ve her türlü hukuk ve adalet mülazasının dışındaki gerekçeli kararıyla mahkeme heyeti de girişmiştir. Esasen mesele bu kadar basittir ve toplumun her kesiminden açıkça görülmektedir.
Yargı, basın ve diğer kuruluşların bilgilendirilmesi maksadıyla brifingler verilmesi de bu mücadelenin bir parçası olmuştur. Bu brifinglere ilgililer zorla çağırılmamışlardır. Hatta bilindiği üzere (dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın duruşma beyanları) yargı mensuplarının katılması bile dönemin bakanı tarafından engellenmeye çalışıldığı halde ilgililer katılmışlardır. Bu brifinglere katılanlara, brifingin alkışlarla karşılanması talimatı da verilmemiştir. Anayasa Mahkemesi, HSYK üyelerinin de zorla getirildiği ima edilmekle birlikte, katılanlar hakkında karar veren bir yargı mensubu bile tanık olarak dinlenilmemiştir.
Mahkeme, o dönem devletin tüm kurumlarıyla topyekun yapılan irtica ile mücadelenin diğer yönlerini de görmezden gelmiştir. Kaldı ki anayasal düzene yönelen FETÖ kalkışmasıyla kendisini gösteren, hangi adla anılırsa anılsın sonuçta “İRTİCA” nın bu günde bir iç tehdit olduğu ve devletin topyekun mücadele ettiği zaten açıktır.
Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde belirtilen iç ve dış tehditlerin belirlenmesinde her devlet Bakanlık ve diğer devlet kurumlarının olduğu gibi Genelkurmay Başkanlığının da katkısı bulunmaktadır ve mevzuat gereğidir. Ülkeye yönelen tehditlerin değerlendirmesini yapacak kurumların başında Genelkurmay Başkanlığının olması kadar doğal bir şey olamaz. Ancak tehditlerin ortaya konulması ve bunlarla ilgili istihbarat saha çalışmasını tam olarak yapmak Genelkurmay Başkanlığının teşkilat yapısı sebebiyle de mümkün değildir. MİT Müsteşarlığı başta olmak üzere Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı ve Kuvvet Komutanlıklarından gelen bilgiler, açık kaynak bilgileri ile birlikte değerlendirilir ve Devletin üst kademelerinde tehditler belirlenir, siyasi iradenin kararı ile hüküm haline gelir.
İrtica kavramı ilk kez, 1972 yılında MGSB’ne girmiştir. Refahyol Hükümeti döneminde ise 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısında alınan tavsiye niteliğindeki kararla, irtica bölücü terörün önüne geçerek birinci öncelikli tehdit olarak belirlenmiştir. MGK’nın başında Cumhurbaşkanı, üyeleri arasında kendisine darbe yapıldığı iddia edilen Başbakan ve bakanlar da yer almaktadır. Bu kararların kendisine karşı darbe yapıldığı iddia edilen Başbakanlık tarafından genelge haline getirildiğini açıklamaya dahi gerek yoktur.
28 Şubat süreci demokrasiye müdahale edildiği bir ara dönemdir diyen katılanlar, hükümet cebir ve şiddet ile düşürülmüştür diyen mahkeme o dönemi göz önüne almamış, yüksek mahkeme kararlarıyla da tescil edilmiş dönemin irticai olay ve faaliyetlerini değerlendirmemiştir.
Aşağıda o dönemde irticai tehlikenin geldiği boyut örnekleriyle açıklanmaktadır. (https://hikmetyavas.wordpress.com/28 ŞUBATIN SORUMLULARI VE SUÇLULARI, BUGÜN MAĞDUR VE MAZLUMU OYNUYORLAR. (bu başlık altında dipnotta belirtilen siteden alıntılar yapılmıştır)
Tarikat şeyhlerinin devrim kanunlarına aykırı kılık kıyafetleriyle başbakanlıkta karşılandığı, kendilerine yemek verildiği, gençlerimizin irticai akımların kucağına bırakıldığı, demokrasiden çıkışın kanlı mı kansız mı olduğunun tartışılabildiği, Refah Partili Sincan Belediye Başkanının İran Büyükelçisini de davet ederek irticai gecenin tertip edildiği, Kudüs Gecesinde salona İslami Terörist örgüt Liderlerinin büyük boy posterlerinin astırıldığı, aydınlarımıza “şeriat enjekte edeceğini” söylediği, irticai grupların silahlandığı ve üniforma benzeri kıyafetler giydiği bir dönemde MGK veya TSK ne yapmalıydı, hiç bir şey yapmamalı mıydı? Sorusuna cevap vermelidirler. Anayasa ve cumhuriyetin temel ilkelerinin korunmasını sağlamak nasıl suç olur esasen bunun cevabı verilmelidir.
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, 13 Ocak 1991 günü, Sivas’ın Sıcak Çermik ilçesindeki eğitim seminerinde; “Sen Refah Partisine hizmet etmezsen, hiçbir ibadetin kabul olmaz. Çünkü başka türlü Müslümanlık olmaz. Başka türlü kurtuluş yok… Refah, bu ordudur. Bütün gücünle bu ordunun büyümesi için çalışacaksın. Çalışmaz isen, patates dinindensin. Bu parti, İslam Cihat ordusudur. Kendi kendine cihat ediyorum diye faaliyette bulunamazsın. Karargâha bağlı olmak zorundasın” sözlerine hiç değinmeyen mahkeme, cımbızla seçilen bir takım TSK mensubu, gazeteci veya yazar sözlerini şiddet eylemi olarak göstermektedir. Mensuplarını cihada davet eden, bir ordu gibi gören anlayışın toplumda nasıl bir çatışma, iç savaş yaratmak istediği gözler önünde iken mahkeme tarafından nedense görülmemiştir.
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, 23 Mart 1993 günü TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un başkanlığındaki Anayasa değişikliği konusunda yapılan toplantıda ise; ‘‘Benim inandığım şekilde sen yaşayacaksın tahakkümünün ortadan kalkmasını istiyoruz. Çok hukuklu bir sistem olmalı, vatandaş genel prensiplerin içerisinde kendi istediği hukuku kendisi seçmeli, bu bizim tarihimizde de olagelmiştir. Hukuk seçme hakkı inanç hürriyetinin ayrılmaz bir parçasıdır” sözleri de mahkeme tarafından görmezden gelinmiştir.
Çok hukuklu sistem; Müslümanlar şeriat hukukuna göre, Yahudiler Musevi hukukuna göre, Hristiyanlar kendi hukukuna göre yargılanması, anayasal düzenin değişmesi demek olduğu açıkken, rejimin tehlikede olmadığını söylemek olanağı da yoktur.
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, 13 Nisan 1994’te Partis Meclis Grubunda yaptığı konuşmada da; “Şimdi ikinci bir önemli nokta, Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kanlı mı olacak, kansız mı olacak… Türkiye’nin şu anda bir şeye karar vermesi lazım, Refah Partisi adil düzen getirecek, bu kesin şart, geçiş dönemi yumuşak mı olacak sert mi olacak, tatlı mı olacak kanlı mı olacak, altmış milyon buna karar verecek” sözlerini sarf ettiği de gerekçeli kararda hiç yoktur.
Brifinglerde silah kullanılacağı ASLA telaffuz dahi edilmemiş (açıklandığı şekilde bu konu Cumhurbaşkanlığı araştırmasına dahi konu olmuştu), iken, kanlı veya kansız rejimin değişeceğinin söylenmesi, rejimi değiştirme niyeti olarak (anayasal düzeni ihlal suçu) olarak görülmemektedir.
Refah Partisi Milletvekili Hasan Mezarcı, 13 Mayıs 92 günü Mandela’ya gönderdiği telgrafta; “İnsanlık tarihinin sayılı diktatörlerinden olan Mustafa Kemal adına barış ödülünü reddetmeniz sebebiyle sizi tebrik ediyorum” beyanına, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e “veledi zina” demesine de mahkeme değinmemektedir.
Refah Partisi Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan,14 Mart 1993 tarihinde Kırıkkale’de yaptığı konuşmada; ‘‘Bu vatan bizimdir, rejim bizim değildir kardeşlerim. Rejim ve Kemalizm başkalarınındır. Türkiye yıkılacak beyler’’ demesini de rejimin yıkılmak istenmesine dair bir tehlike olarak görmeyen mahkeme, tabii olduğu şekilde bu tür faaliyetlere toplumca ve TSK tarafından gösterilen refleksi de görmezlikten gelmiştir.
Refah Partisi iktidarında imam hatipleri kapatmaya kalkarsanız kan dökülür. Cezayir’den beter olur. Ben de kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek. Fıstık gibi olacak. Ordu, 3.500 PKK’lı ile baş edemedi. Altı milyon İslamcıyla nasıl baş edecek, Rüzgâra karşı işerlerse yüzlerine gelir. Bana vurana ben de vururum. Ben sapına kadar şeriatçıyım. Şeriatın gelmesini istiyorum”. Alıntı yapılan bu sözler Refah Partisi Şanlıurfa Milletvekilinin 8.5.1997 günü Meclis kulisinde yaptığı konuşmasıdır. Bu sözlerden bir irtica ve şeriat tehdidi algılamayan, AYM kararını ve devlet siyasi belge ve kararlarını zımnen yok sayan mahkeme bununla mücadele edilmesini suç saymaktadır. Buna benzer sözlerin söylendiği ise Anayasa Mahkemesinin kararıyla da tescillenmiştir.
O dönemde ve ortamda kendilerini Aczimendi olarak adlandıran gruplar, ellerinde asaları ile sokaklara dökülerek şeriat çağrıları yapmaya ve polisle çatışmaya başladıklarını, cuma namazından çıkışlarda bazı gruplar, bu çağrılara destek vermeye başladılar ve her cuma bu görüntüler tekrarlanır hale geldiği de mahkeme tarafından yok sayılmış, DEVLET SİYASİ BELGELERİNDE YER ALAN İRTİCAİ TEHDİDİN BOYUTU GEREKÇELİ KARARDA YER ALMAMIŞTIR.
Bilindiği üzere, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 21.5.1997 günlü, SP.13-Hz.l997/109 sayılı iddianamesi ile bu partinin kapatılması için dava açılmıştır. Anayasa Mahkemesinin 22 ŞUBAT 1998 tarihli resmi gazetede yayımlanan, 16 OCAK 1998 1997/1 (Siyasi Parti Kapatma) esas, 1998/1 karar sayılı hükmü ile de bu partinin temelli kapatılmasına karar verilmiştir. Bizce bu kararın en çarpıcı ve ders alınacak bölümü “Demokratik yaşamı tehdit eden, ondan yoksun kalmaya yol açacak eylemlere girişen veya bu tür amaçları taşıyan siyasal partilerin kapatılmaları doğal karşılanmalıdır. Tersine düşünce, başka biçim ve adla gerçekleştirilmesi olanaksız sakıncalı amaçların siyasal parti kimliğiyle gerçekleştirilmesi sonucunu doğurur” cümlesidir.
Bu kapatma kararında ne Genelkurmay Başkanlığının ismi, ne Genelkurmay Başkanlığınca hazırlanan belgeler delil olarak kullanılmamıştır. İddianame ve gerekçeli kararda da yoktur.
“28 Şubat müdahalesinde asker 12 Eylül’de olduğu gibi mektup ya da silahı değil, basını kullanmıştır. Böylelikle 28 Şubat müdahalesi siyasal literatürdeki klasik askeri müdahale şablonlarından farklıdır. Bu yöntem anayasal bir kurum olan Milli Güvenlik Kurulu’nun kullanılmasıdır. Bu yüzden anayasal açıdan herhangi bir meşruiyet sorunu yoktur. Ayrıca alınan kararların altında askerlerle birlikte seçilmişlerin imzasının bulunması ve bu imzaların süngü zoruyla atılmamış olması da önemli bir unsurdur.” Tespiti Meclis Araştırma Komisyon Raporunda (MAKR) yer almaktadır (sayfa 1187). Davada müşteki avukatı ve TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu başkanı olan AKP millet vekili REŞAT PETEK bir röportajında, bu sürecin tarafı olduğunu “Aktif olarak 28 Şubat’ta önemli davalarda avukatlık yaptım. Yabancı değildim yani, o mücadelenin içinden geliyorum. Ağır ve yoğun bir baskı dönemi yaşanıyordu ve tek çözüm yolu siyasetti, … 28 Şubat’ta birçok önemli davanın avukatı bendim .” Demek suretiyle kendisi beyan etmektedir.
Meclis Araştırma Komisyonu Raporunda bile silah kullanılmadığı (şiddet unsuru olmadığı), meşruiyet sorunu olmadığı, süngü zorunun bulunmadığı belirtilmesine rağmen mahkeme nedense bunu da görmezlikten gelmiştir.
Aslında 28 Şubat sürecinde irtica ile mücadele ile hükümet ortağı Refah partisinin bazı uygulamalarının bu mücadelenin hedefi olması arasında çok ince bir çizgi olduğu bilinen ancak mahkeme, iddia makamı ve katılanlar tarafından telaffuz edilmeyen bir gerçektir. Mahkeme bunu ifade etmemekte, gerekçesine yazamamaktadır, çünkü 28 Şubat sürecinin yasal bir süreç olduğunu kabul etmiş olacaktır.
Doğrusu ise, en baştan beri ifade edildiği gibi mücadele edilen hükümet değil irtica olduğudur. O dönem iktidarın ve uygulamalarının irticaya kaydığını ise, Refah Partisi hakkında açılan kapatma davası ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Anayasa Mahkemesinin mahkemenizi de bağlayan kararı açıkça ifade etmektedir.
28 Şubat darbesinin alameti farikası olan “irtica tehdidi” irtica tehlikesinin Refah-Yol hükumeti düşürüldükten sonra bıçak gibi kesildiği de katılanlar tarafından iddia edilmektedir.
Bu iddia tamamen gerçek dışıdır. İrtica tehdidi günümüzde de devam etmektedir. İrtica tehdidinin 28.02.1997 tarihli MGK toplantısında alınan 406 sayılı karar ile ön plana çıktığı doğru olmakla birlikte, bu tehdidin çok daha önceki zamanlardan beri bir tehdit olarak kabul edildiği resmi kayıtlar ile ortadır. Nitekim 30.04.2015 tarihinde MGK toplantısında güncellenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesine, LEGAL GÖRÜNÜMLÜ SİYASAL YAPININ (F.GÜLEN TARİKATI) iç tehdit olarak girmesi kararlaştırılmış, bu yapı ile mücadele stratejisi belirlenmiş ve bu mücadelenin esasları da tarif edilmiştir. Buna rağmen 15 Temmuz hükümeti ortadan kaldırma teşebbüsüne mani olunamamıştır.
O dönemde bizzat iktidar ortağı bir partinin irticai tehlikenin odağı olduğu hem Anayasa mahkememiz, hem başvurunun yapıldığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararı ile tescillenmiştir.
Bu kararları görmezden gelen, gerekçeli kararında yer vermeyen bir mahkeme ile karşı karşıya olmanın dışında, o dönemde verilen yargı kararlarını, Anayasa ve AİHM kararlarının sözde sanıklar tarafından verilen brifingler sonucu olduğunu, yargının yönlendirildiğini söylemek aslında siyasiliğin, taraflılığın en somut göstergesidir.
Diğer birçok bölümünde mahkemenin, devlet belgelerinde (MGSB vs.) sabit olan o dönemdeki irticai tehdidini görmezden geldiği, yoruma açık olmayacak şekilde demokrasiye bağlı olduğunu söyleyen üst düzey komutanların beyanlarını umursamazlıkla ters yorumladığı da ortaya çıkmıştır.
Mahkemenin bu seviyeye varmış taraflılığı ve katılanların siyasi düşüncelerini destekleyen uygulaması, bilinçli görmezliği aslında o dönemi ve yaşananları bilmemekten kaynaklanan bir bilgisizlik olamayacağı da her türlü izahın dışındadır. Mahkemenin bilinçli ve sanıklar aleyhine yorum, tespit ve görmezden gelmelerinden, siyasi tercihlerin yoğun etkisinde kaldıkları sonucunu çıkarmak da mümkündür.