Yazar Deniz Zeyrek 12.09.2020 tarihli yazısında 28 Şubat dönemi ve Genel Kurmay Eski Genel Sekreteri Tümg. Erol Özkasnak hakkında gerçek dışı ve uydurma iddialarına E.Özkasnak tarafından cevap verilmiş, aşağıdaki yazı 17.09.2020 tarihinde Sözcü Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Metin Yılmaz’a iletilmiştir. (Deniz Zeyrek’in Köşe Yazısını Görmek İçin Tıklayınız)
SÖZCÜ Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Metin Yılmaz
SÖZCÜ Gazetesi’nde yayımlanan gazeteci Deniz ZEYREK’in 12.09.2020 tarihli “Ç, S ve Ş’Yİ KOMÜNİZM SEMBOLÜ SAYAN FAŞİZM” başlıklı yazısında, şahsımı gerek doğrudan gerekse dolaylı şekilde ilgilendiren, haysiyet ve şerefime dokunan ve gerçek dışı ifadeler ile varsayımlar barındıran birkaç konuyu, “TEKZİP” talebim olarak değerlendirilmemek üzere, aşağıda sıraladığım maddeler halinde dikkatinize sunmak istiyorum.
- Yazı, “1997 Şubat ayının 26. günüydü. Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı KARADAYI’nın ziyaretini izlemek için İsrail’deydik.” cümleleriyle başlıyor.
Cümleler içinde “1997 Şubat”, “26”, “İsmail Hakkı Karadayı” ve “İsrail” kelimeleri bold (koyu) yazılmıştır. Hemen birkaç satır sonra gelen “… iki gün sonra Ankara’da yapılan ve ‘muhafazakâr hükümete ağır bir bildiri imzalatılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) öncesinde…” diye devam eden cümleler ile birlikte okunduğunda, maksadını ancak kendisinin açıklayabileceği (!), hiçbir bilgi ve belgeye dayanmayan ve sanrıdan öteye geçmeyen zımni ilişki kurma ve algı çabasının varlığı kendisini göstermektedir. Bu ifadeler hangi amaçla yazılmış olursa olsun, konuya ilişkin birkaç noktanın altını çizmek isterim:
- a) Genelkurmay Başkanlarının devletlerarası ziyaretleri ve / veya yurt dışı resmi gezileri 1 yıl öncesinden planlanır, yıllık resmi gezi programı çıkarılır, bütçelenir. 1997 yılındaki İsrail ziyareti de aynı şekilde 1 yıl önceden (1996’da) her iki devlet kurumunun karşılıklı mutabakatı ile planlanmış ve amacı ile birlikte yıllık plana dâhil edilmiş bir faaliyettir. Bu resmi faaliyetlerden, amaç ve sonuçlarından, hükümetin de onay ve bilgisi bulunmaktadır.
- b) Aylık MGK Toplantılarının planlanması, günlerinin ve gündemlerin belirlenmesi Sn. Cumhurbaşkanları tarafından yapılır. İcra edilen her Milli Güvenlik Kurulu Toplantısının sonunda ise, bir sonraki toplantının tarihi belirlenir. Dolayısıyla İsrail resmi ziyaretinin planlandığı 1996 yılında, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısının gündemi, tarihi, hatta yapılıp yapılmayacağı dahi belli değildir. Bu nedenle, adı geçen yazarın, açıkça söyleyemese de, kendince kurmaya çalıştığı zımni ilişkinin tutarlı, anlamlı ve gerçekle bağdaştırılabilecek bir yanı yoktur. Yazarın, bu resmi gezi ile ilgili oluşturmaya çalıştığı zımni algı yönünde, ne devlet belgelerinde ne de 28 Şubat kumpas dava dosyasında her hangi bir belge bulunmamakla birlikte, bu yönde ileri sürülebilmiş bir iddia dahi yoktur.
- c) Yazarın “bildiri” şeklinde tanımladığı metin, 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararıdır. MGK, Anayasal bir kurumdur. Kararları bağlayıcı nitelik taşımaz. MGK, eşit oy hakkına sahip Anayasada sayılan üyelerden oluşur. MGK da hükümetin kurumsal temsili söz konusu değildir. Üyeler toplantılarda bağımsız olarak görüş bildirme ve eşit oy hakkına sahiptir. Anayasada tarif edilen şekilde alınan kararlar hükümete (tavsiye niteliğinde) bildirilir. MGK kararlarının, kısmen ya da tamamen Hükümet direktifi haline getirilmesi, Bakanlar Kurulunun vereceği karara bağlıdır. Bu nedenle MGK’ da Hükümete bir karar (yazarın ifadesiyle bildiri) imzalatmak söz konusu değildir. Bu ifade tamamen gerçeğe ve Anayasaya aykırıdır. MGK nın yapısı içinde, asker-sivil ayırımı ya da kurumsal bir taraf tarifi yoktur. MGK asker üyelerinin sivil üyelere bir görüş dayatması söz konusu olamayacağı gibi, sivil üyelerinin de bağlı oldukları hükümet ya da parti çıkarları doğrultusunda asker üyelere (ya da diğer üyelere) bir görüş dayatması söz konusu değildir. Kararlar oy çokluğu ile alınır. Eşit oy halinde C.Başkanının oy tarafına ait teklif karar kabul edilir.
MGK, siyasi partilerin siyasi amaç ve hedeflerine uygun kararlar çıkartmakla yükümlü bir anayasal organ değildir. MGK Devletin Milli Güvenliğine ilişkin kararlar almakla yükümlüdür. Bu anayasal kurul, anayasada ve kanunda tanımlanan görevi ile Siyasi Güvenlik Kurulu Değil, Milli Güvenlik Kuruludur.
Yazarın mesnetsiz iddiası, süregelen 28 Şubat FETÖ kumpas davasında da FETÖ savcısı tarafından ileri sürülmüş, dosyaya dahil edilen MGK Toplantı tutanakları ile Bakanlar Kurulu toplantı tutanaklarında, iddiaya ilişkin tek bir ifade bulunamadığı gibi, aksine MGK kararlarının tespitinin katılanların görüşü alındıktan sonra MGK’nın başkanı olan Cumhurbaşkanı tarafından yapıldığı, OY BİRLİĞİ İLE KABUL EDİLEREK TAM BİR MUTABAKATLA KARAR HALİNE GETİRİLDİĞİ ANLAŞILMIŞTIR. Bu husus MGK toplantı tutanaklarını incelemek üzere mahkemece görevlendirilen naip hakimler tarafından hazırlanan raporda açıkça yazılmıştır. Rapor dava dosyasında mevcuttur.
Hükümete tavsiye edilen MGK kararları, 13 Mart 1997 tarihli Bakanlar Kurulunda görüşülmüş ve Bakanlar kurulu kararı haline getirilmiştir. Naip hakimlerce incelenen Bakanlar Kurulu toplantı tutanağına ilişkin rapordan alıntılar fikir vermesi açısından aşağıdadır;
“..hükümetin irticayı önlemek için kesinlikle kararlı ve inançlı olduğunu, Milli Güvenlik Kurulu’nda da bu konu görüşülürken birlik ve beraberlik içinde bulunduğunun müşahade edildiğini,” (syf 2888)
“Bakanlar Kurulu’nun ve bütün üyelerinin irtica ve gericilik ile mücadelede kesinlikle kararlı olduğunu, bu hususta gösterilmiş olan tekliflerin ciddi şekilde ele alıp gerekenlerin yapılacağı talimatını vermişlerdir. (syf 2888)”
Bu konu ile ilgili olarak 5Ağır Ceza Mahkemesinin Gerekçeli kararında (syf. 2980) “HÜKÜMETİN KENDİ İNSİYATİFİYLE ALINMASI GEREKEN GEREKLİ KARARLARI ALDIKLARI ANLAŞILMIŞTIR” Değerlendirmesinde bulunmuştur.
Yıllardır, kastın ve bilgisizliğin birleştiği algı yönetimi ile bu konu sürekli siyasete malzeme yapılmış, mesnetsiz iddialarla hem kamuoyu gerçeklerden mahrum bırakılmış, hem de süregelen 28 Şubat kumpas davasında adil yargılanma hakkımız, bilerek ya da bilmeyerek fütursuzca ihlal edilmeye devam edilmiştir.
- Yazıda “ilginç” vurgusuyla, “Karadayı Paşa’nın bir ara kaybolduğu, meğer Kubbet-üs Sahra Camii’nin ortasında bulunan Muallak Taşının altındaki Peygamber Mescidi’nde namaz kılarken bulunduğu” yazılıyor. Ayrıca yazar söz konusu namazın “MGK Toplantısı öncesinde gazetecilerin gözüne sokarca yapılmasını” da manidar buluyor.
Yazar bu iddiaya ilişkin olayın hangi gazetecilerin “gözüne sokulduğu”nu belirtmemiş olsa da, “kayboldu” ifadesini aynı yazıda kullanan yazarın, bizzat kendi iddiası ile çeliştiği de anlaşılmaktadır. Bu gibi resmi gezilerde – medyasıyla, resmi görevlisiyle herkes baş konuğun yakınında bulunur. Özel sekreteri tüm görüşmeleri, konuşmaları ve faaliyetleri resmi tutanağa dahil eder. Yazar, 25 yaşında mesleğe yeni başlayan bir genç olarak o gün bu durumun farkında olmasa da, ilerleyen yıllarda bu tür resmi faaliyetlere katıldı ise bilmesi gerekirdi. Temas süresi sınırlı, her faaliyeti planlı ve kayıtlı olan, güvenlik usulleri kurallara bağlı önemli resmi bir konuğun, yazarın ifade ettiği şekilde, canı istediği gibi bir yerlere kaybolması (!) söz konusu olamaz. Karadayı Paşa’nın bu resmi ziyaretinde de durum böyleydi.
Kamuoyu, yazarın kendi maksadına matuf bu ilginç iddiayı, bu güne kadar ilk kez adı geçen yazardan ve 2020 yılında duymuştur. Ne görevimiz sırasında ne de sonrasında bu yönde bir haber bize intikal etmemiştir. Yazarın iddiasına ilişkin bir fotoğraf, ya da fotoğrafsız olsa dahi bu yönde çıkmış bir haber metnine, ne o günün basın haberlerinde ne de bu güne kadar herhangi bir yazılı ve görsel basında rastlanmamıştır. Yazarın mesleğine başladığı ilk yıllarında, belki de ilk günlerinde, bir mesaj taşıdığını iddia ettiği haber niteliğine sahip böylesi bir olaya rastlaması (!), ancak bu iddiasının habere dönüşmemiş olması da, ne hayatın olağan akışına, ne haber tekniğine, ne de Gnkur Başkanınınn iddia ettiği maksadına uygun düştüğü söylenemez.
Hal böyleyken Yazarın belirttiği gibi “Belki de bizim sorunumuz dinle, dindarlarla değil, biz namazımızda niyazımızda insanlarız” şeklinde mesajı vermeye çalışıyorsa Karadayı Paşa’nın bunu kaybolarak ve habercilerden gizlenerek (!) değil de açıktan yapması gerekmez miydi? Kaldı ki Karadayı’nın namazı tespit edilmişse, kendisinden oldukça tecrübeli onca medya mensubu niye buna ilişkin tek bir kare olsun fotoğraf çekmemişler ve ertesi günkü gazetelerde haber yapmamışlardır? (“İsrailli yetkililer çekime izin vermemiştir” şeklinde bir itiraz da ileri sürülemez, çünkü Mescid-i Aksa bölgesi planlı olarak gezilirken yanımızda hiçbir İsrailli yoktu, o bölgeye girmemişlerdir.) Kamuoyuna yansımamış, gündem olmamış bir sözde olayla, kime ve nasıl bir mesaj verilmeye çalışıldığını da anlamak mümkün değildir.
Karadayı Paşa Mescid-i Aksa’da (ne kaybolarak, ne de kaybolmadan) namaz kılmadı. Bu iddia her yönü ile gerçek dışıdır. Hemen arkasındaydım. Sadece İmam ile ayaküstü kısa bir nezaket görüşmesi yapıldı. Karadayı Paşa istese, faaliyet planına alır ve namazını da kılardı. AMA KILMADI! Eğer kılsaydı ben de kendisine eşlik eder, namaz kılardım. Resmi Heyette benim gibi Karadayı Paşa’nın yanından ayrılmayan Emir Subayı’nı da önceki gece (14 Eylül akşamı) telefonla aradım. Yazarın iddia etiği gibi bir olayın olmadığını ve Karadayı paşanın hiçbir biçimde namaz kılmadığını kendisi de bizzat teyit etmiştir.
- Sevgili rahmetli sınıf arkadaşım Erbil TUŞALP konusunda gelince… Erbil Harbiye’de benim en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Aynı kısımdaydık. Çok nitelikli, asil, şövalye ruhlu bir arkadaşımızdı. Mezun olduktan sonra ilerleyen yıllarda (ki yanlış hatırlamıyorsam üsteğmenliğinin sonunda veya yüzbaşı rütbesinde iken) TSK’dan ayrıldı. Medyada yazmaya başladığında ve zaman içerisinde TSK aleyhinde yazıları çıkmaya başlayınca ben dahil onu tanıyan herkes hayretle karşılamıştık. Söz konusu resmi ziyarette ise henüz oldukça genç olan ve üstelik tanımadığım bir gazeteciye (ya da her hangi bir kişiye) ne o gün ne de bu gün (yazarın köşe yazısında kimler olduğunu ifade edemediği) ilgisiz bir takım gazeteci isimlerini sayarak sözde safahatlarını anlatmam olanaklı değildir. Söz konusu resmi ziyarette oldukça genç ve hevesli olduğu anlaşılan yazarın, temas kurmak heyecanı ile bir vesile yaratarak, bana sınıf arkadaşım Erbil’i tanıdığını ifade ettiğinde, kendisini gazeteci olarak tanıtan hevesli bir genci kırmamak adına, sınıf arkadaşım olduğunu, övgüyle ifade ettiğim kısa TSK geçmişini de hatırlatıp bu nedenle TSK aleyhindeki yazılarını hayretle karşıladığımız yönündeki düşüncemizi de ifade etmemi, kalkıp kendisine “askerler seni sevmiyor, Erol Paşa senden haz etmiyor” diye anlatması, bununla da yetinmeyip, maksadına matuf ilavelerle ve maksatlı bir zamanlama ile yıllar sonra köşesine taşıması en hafif deyimle bir dedikodudur. Erbil gazeteci kimliğinin ötesinde, öncelikle sınıf arkadaşımızdır. Her insani ilişkide olduğu gibi aramızdaki bu hukukumuz gazeteciliğinin önünde yer alan bir durumdur. Üstelik metne bakıldığında, bu ifadelerin, konunun Erbil’e intikali sırasındaki anlam bozulduğundan da, yazarın kendine matuf çıkarımları ve ilaveleri olduğu da anlaşılmaktadır.
Aslında rahmetli Erbil konusunda en vahim değerlendirmesi de şudur: Yazıda, kendince çıkarımlar ve ilavelerle aktardığı o konuşmadan sonra, “kısa vadede Erbil Ağabey’in Radikal’den ayrılmak zorunda kaldığına şahit olmuştum” diye bir vurgu yapılmaktadır. Burada da Erbil’in gazeteden ayrılmasının müsebbibinin de askerler olduğu imasında bulunmuştur ki, her iki durumun da gerçekle bir ilişkisi yoktur. TSK daki sınıf arkadaşlığı ve yıllar süren kader birliğinin ne anlama geldiğini bilme olanağı olmayan Yazar, yazısında kullandığı cümle dizilimi ile her ne kadar zımni ilişki kurmaya, okurlarına ve tespit ettiği hedefine ima yollu mesaj vermeye çalışsa da, böyle olması mümkün değildir ve asla da olmamıştır.
- Köşe yazısında “12 Eylülcüler de sevmezdi zaten. Bu ekip, 12 Eylül generallerinin tezgahında büyüdü, bazıları Evren’in özel kalem müdürüydü” ifadesi de yer almaktadır. Bu maksatlı sözlerin de benimle ilgisi olamaz. Kafa karıştıran, benim açımdan mide bulandırıcı ve gerçek dışı bir beyandır. Ben 12 Eylül döneminde Yüzbaşı rütbesinde ve yurt dışı görevindeydim. O dönemde küçük rütbeli bir asker olarak, askeri darbe ile hiçbir ilişkim ve irtibatım olmadı. 12 Eylül generallerinin kimler olduğu ve hangisinin tezgahında büyüdüğüm (!) yazıda açık olmadığı gibi gerçek dışıdır. Varsaydığı olaylar ve benim aramda doğrudan bir ilişki kurmanın mümkün olmadığını da bildiğinden, alakasız isim, olgu ve ifadeleri ardı ardına kullanarak aralarında ima yollu zımni bağ kurmaya çalışmış, karşılaşması oldukça mümkün hukuki bir durum karşısında ise “ben onu kastetmemiştim” hazırlığını yaptığı da anlaşılmaktadır. Adı geçen Yazarın ismi yazılarak hemen ardından “bu dönemin filanca gazetecileri FETÖ tezgahında büyüdü” ifadelerinin kullanıldığı varsayılan bir köşe yazısına, yazar ne kadar tepki gösterir ve ne kadar ilgisi kurulabilirse, yazarın gerçek dışı bu iddiasına benim de o kadar tepki hakkım olur ve ilgim kurulabilir.
- Yine içinde zımni ilişki ve ima barındıran bir cümle de “Radikal o günlerde Susurluk kazasıyla ortaya saçılan kirli ilişkilerin üzerine gidiyordu ve sık sık TSK ile karşı karşıya kalıyordu” cümlesidir. Son derece talihsiz bir ifadedir. Yani sanki TSK Susurluk’un üzerine gidilmesini istemiyormuş, o vahim kazanın üzerini örtmeye çalışıyormuş gibi bir imada bulunuluyor. Yazar, “karşı karşıya kalıyordu” ifadesi ile kastettiği somut durum ve olayın ne olduğunu, nasıl karşı karşıya kalındığını, karşı karşıya kalındığını gösteren somut tepkinin ne olduğunu ve nasıl geliştiğini açıklamadan, yuvarlayarak geçiştirdiği görülmektedir. Bu anlamsız iddianın bizim açımızdan bir değeri olmamakla birlikte, ne olduğunu sorgulamayan okuyucular açısından, algı yaratma amacı taşıdığı açıktır.
O tarihte “henüz 24 yaşında bir genç muhabir” olarak yazar pek hatırlamayabilir, ancak siyaset – mafya ve devlet ilişkilerindeki kirliliğin somutlaştığı Susurluk hadisesinin her yönüyle aydınlatılmasını en çok askerler istemişlerdir; örneğin “Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” adıyla başlatılan ışık söndürme eylemine en çok askerî lojmanlardan katılım sağlanmıştır ki bu durum o günün gazetelerine bile konu olmuştur. Aksine, TSK’yı kurumsal olarak hiçbir biçimde ilgilendirmeyen, hiçbir ilişkisi bulunmayan bu olayla ilgili olarak, Hükümet üyelerinin açıklamaları da hafızalardadır.
- Ve nihayet, “o günlerde seçilmiş bir iktidarı dahi tanımayan askerlerin düşünce özgürlüğünü önemsemesini bekleyemezdim” şeklindeki “dilin kemiği yok” özdeyişini hatırlatan mesnetsiz ifadesi de son derece talihsiz ve gerçek dışıdır. Ne demek “seçilmiş iktidarı tanımamak”? Askerlerin “o günlerde” diye belirtilen 28 Şubat döneminde “seçilmiş iktidarı tanımamak” gibi hangi beyanları, hangi eylemleri olmuştur? Hükûmetin verdiği hangi direktif yerine getirilmemiş, hangi emrine itiraz edilmiştir? Aksine Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği görevini yürütmüş biri olarak şunun altını çizerek belirtmek isterim ki, bizzat Gnkur Başkanının direktifleri ile Genelkurmay adına kamuoyuna yapılan bütün açıklamalarda, demokrasiye, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve hukukun üstünlüğüne bağlılık her ortamda ve her koşulda kesin bir şekilde dile getirilmiştir.
Düşünce özgürlüğü ve demokrasi konusunda dahi askerler (karşıtı siviller) şeklinde ayırıma giderek, bu hasletin sadece kendilerine has, doğal ve bütünleşmiş bir özellik olduğu, askerlerin bu özelliklere sahip olmadığı izlenimi yaratacak şekilde kendince toptancı ve sabit bir yaklaşımda bulunan yazarın, düşünce özgürlüğünü; mesnetsiz olgu isnat etmek, belgesiz iddialarda bulunmak, her yöne çekilebilen zımni ilişkiler kurmak şeklinde anladığı izlenimi yaratmaktadır. Yazarın yıllarca susarak (!) ispatı mümkün olmayan bu yakıştırmaları ile ilgili isnat, ima ve varsayımlarının ötesinde, gerçek, tutarlı ve somut bir belgesi var ise, halen Yargıtay aşamasıyla devam eden 28 Şubat kumpas dava dosyasına sunma imkanı da vardır. Ancak, yazar, ilgisiz varsayımlarının ötesinde, kendi sabitesini kırmak ve henüz siyasi ve mesleki yeterliliğinin oluşma aşamasının oldukça öncesinde yaşanan siyasi ve askeri olaylar ile devlet gelenek ve işleyişinin nasıl olduğu yönündeki gerçekleri, özgürlüklerin nasıl katledildiğini, henüz devam eden FETÖ kumpası bir davaya, kendisinin de dayanaksız iddialarla döşenmiş ve siyasi düşüncelerle şekil almış, hukuki olmaktan oldukça uzak olduğu izlenimi yaratan bu köşe yazısı ile katkıda bulunduğu, adil yargılanma hakkının nasıl ihlal edildiğini, demokrasinin ve düşünce özgürlüğünün ne anlama geldiğini, adil yargılanma hakkının demokrasinin temel bir unsuru olduğunu, seçilmiş bir iktidarı tanımadığını iddia ettiği askerlerin, sivil kumpaslar ve sahte belgelerle sözde demokrasi adına nasıl yargılandığını ve bilmeyerek de olsa iç ve dış destekli stratejik bir FETÖ kumpas davasına zımnen destek olduğunu anlaması ve algılaması açısından, Yargıtay’a verdiğimiz 1734 sayfalık ortak temyiz dilekçemizi okumasını tavsiye ederim. Aradığı cevapları söz konusu dilekçemizde fazlasıyla bulma imkânına sahip olacaktır.
Yazarın yorum ve imaları ile isnat ettiği olgular tamamen gerçek dışı, maksatlı ve kasıtlıdır. Yazarın, mesleki başarısını mesnetsiz olgu ve iddialar ile sürekli değişen siyasi atmosfer kolaycılığına değil, sözünü ettiği ve bizlere yakıştıramadığı ve kendisinde zaten var olduğuna inandığı temel değerlere bağlamasının, hem kendi saygınlığı, hem Sözcü gazetesinin dik duruşu, hem de ülkemizin geleceği adına daha yararlı olacağı inancındayım. Saygılar.
Erol Özkasnak